28 Kasım 2011 Pazartesi

Bir fotoğrafın öyküsü


Dünya güneşten kopmuş sonra hayat bulmuş derler, eğer hep güneşin bir parçası olsaydı ne dünya olurdu ne de bizler…
Ben de insanlardan koptum, kaçtım ve kendime sığındım; belki de sen olursun ya da sen olasın diye koptum.
Yine seni Beyazıt tramvaylarına terk etmiş, ayaklarımı sürüyerek yürüyorum, nereye gittiğimi bilmeden. Kendimi bilmezliğimden olsa gerek yürümeye devam ederken birkaç kere de insanlara çarptım, hiç seslerini çıkarmadılar, başımı kaldırıp bakmamıştım yüzlerine ya da arkamı dönüp omuzlarına… Bir zaman sonra sahaflarda buldum kendimi, elimde de bir kitap çoktan sayfalarını açmış okumaya başlamışım, arada yüzüme yaklaştırıyorum kitabı, yılların kokusunu içime çekmek için. Sırf kokusu için aldığım kitaplar var benim, onların hikâyesi kokularındadır, sayfalarında değil. “Sanırım bir elli yıllık vardır bu kitap” diye düşünüyorum. Biraz eskice, biraz değil bir hayli eskice bir kabı var, yaşlanmış, sayfaları buruşmuş, kapağı küçülmüş, yazıları silinmiş birçok yerinde; ama hala okunaklı ve iş görür hala dayanıyor yıllara yani zamana. Çok düşünmeden fiyatını sordum, on lira ver yeter diye cevapladı satıcı, pazarlık bile yapmadım, cebimden çıkardığım onluğu satıcıya uzatıp hayırlı işler dileyerek uzaklaştım kitap tezgâhlarından; çünkü ne kadar çok durursam o kadar çok bağlanacaktım oraya; kitaplara.
Bir zaman sonra yeniden fark ettim elimde tuttuğum kitabı. Kollarımı sallayarak yürümeye öylesine alışmışım ki, adımlarımın gürültüsü bedenimi uyuşturduğundan kitabı da unutmuşum; kitaplar da bir uzvumdur benim. Kimse kızamaz bana elimdeki kitabı unutuyorum diye; çünkü sadece elimde unuturum ben kitapları: ne bir otobüste, ne bir masanın üzerinde, ne de kız kulesine nazır o sonbahar banklarında. Hep elimdedir kitap ya da kitaplar. Bu yüzden unutmuşum işte, hemen benimsemişim, yadırganacak bir şey değil bu. Otobüse binince okurum, mutlaka okurum belki önce sayfalarına bir göz atarım, incelerim iyiden iyiye, o bende kaybolur ben onda diye düşündüm. Yürürken de okurdum; ama burası Beyazıt, çok insan var, düz bir yol tutturup yürümek zor; her yer insan kaynıyor. Otobüste okurum diye düşündüm yeniden… Sonra karar değiştirdim, yeni kitabımla vapurda tanışmalıyım, ona bu zevki tattırmalıyım. Muhakkak böyle olmalı, çok güzel kokuyor çünkü bu kitap. Fikrim değişince Veznecilere kadar yürümüş olmama rağmen geri döndüm, aşağı tramvay yoluna doğru seyirtttim, ilk gelen tramvay boştu. Bindim.
Eminönü’ndeyim… Deniz kenarındaki betonlara bakarken: “Şuraya çöküp okusam mı biraz, hayır vapurda okumalıyım, evet vapurda okumalıyım” diye söylenirken kendimi vapurun küpeştesinde buldum. Cüzdanımdan demir paraları çıkarıp içinden bir lira aldım, sıcacık bir çay da olsun yanında, eşlik etsin kitabıma. Kitabım, canım benim, kitabım… Elimde kitabım ve çayımla dolanmaya başladım vapurun içerisinde… Eski vapurlardandı, yuvarlak camları vardı bunların, yeni gelenlerin camları fazla modern, vapurda olduğunu hissetmek için bir hayli çaba sarf etmen gerekiyor; ama bu vapur tam elimdeki kitap gibi: yıllanmış, aşınmış, buruşmuş, tahtalarını kurtlar kemirmiş kim bilir kaç kez. Kaç kez değiştirilmiş eskiler yenilerle, kaç kez alçıya alınmış kırıkları, kim bilir? O yuvarlak camlardan birinin önündeki yine o eski masalardan birisine oturdum, bütün ahengi bozan tek şey benim gençliğimdi, benden başka her şey yaşlı, herkes yaşlı, deniz bile…
Bilmiyordum hiçbir şeyi, yani gerçekten fark etmemiştim kitabın içindeki kâğıtları, sonra o fotoğrafı, eski bir fotoğraf; siyah beyaz, insanın içine işleyen bir gerçekçiliği vardı. Kitabı okumak isterken, öyle bir arzuyla dolup taşmışken bu sayfalarca yazılmış bir şeye, evet henüz ne olduğunu bilmiyorum. Elimde tuttuğum sayfaların üzerine bir şeyler karalanmışÇ belki bir hikâye, belki bir mektup, belki bir anı, belki bir günlükten parçalar… Sonra o fotoğraf…
Elimdeki kitaptan daha kıymetli olan bu eskiller, belki de kitaptan daha yaşlılar: anlamak zor. Önce küçük bir heyecan sardı gözlerimi; çünkü ufak bir hazine bulmuştum; defineciler gibi mi hissediyordum acaba? Sonrasında bir esrime geçirdim: bacaklarım şiddetle sarsılmaya başladı, arzuyla dolmuştum. Kâğıtlara yazılmış olan her ne ise bir an önce okumalıydım.
Fotoğrafı anlatarak başlamalıyım sanırım; kitabın içinden çıkan fotoğrafı… Mat renkli bir şalvar: kırışmış ve çok eski, ellilerde giyildiğini tahmin ediyorum. Sadece dizlerden aşağısı görünüyor, fotoğrafın yarısını kaplıyor bu dizler ve dizleri örtmüş olan o şalvar. Elleri de görünüyor sahibenin; kadın olduğu belli: ellerindeki kıvrımlar, kadınlara has olan parmaklardaki o incelik, toprak izleri ve birçok yaşanmışlık: toprakla haşır neşir olduğu, çok ekip biçtiği, ağaç kesip dertop ettikten ve kalınca bir sicime sardıktan sonra sırtında evine kadar taşıdığı, akşamları ikindi vakti kesip istiflediği odunları sobaya dizip bir kibrit kavıyla üzerinde yemek pişireceği ve de evi ısıtacağı sobayı yaktığı, sabah mayaladığı yoğurdun akşam yanına varıp üzerindeki örtüleri kaldırarak tenceredeki yoğurdu kaşık kaşık bakraçlara doldurduğu; varsa çoluk çocuğu onların yanağını okşadığı, kocasına dumanı tüten tarhanalar pişirdiği, kadınlarla bir araya gelip köyün fırınında kışlık somun ekmekleri hazırladığı… İşte bütün bunlar anlaşılıyordu bir bakmaya bu ellere… Evet, fotoğrafın dikkat çekici ilk yanı bu eller. Şimdi biraz daha net ifade etmeye çalışayım fotoğrafı, daha belirgin, daha tümcü bir nazarla bakalım. Bağdaş kurmuş bir kadın, sadece elleri ve dizleri gözüken, onun altında toprak ve çimenler; çünkü fotoğraf kadının gözlerinden çekilmiş gibi, bütün görünen bu kadar değil. Ve bambaşka bir fotoğraf daha var, bu yaşlı kadının elinde tuttuğu asıl fotoğraf. Asıl fotoğraf diyorum; çünkü bu kadının kim olduğunu ve kimi sevdiğini anlatan fotoğraf budur. Bir sanat: roman içinde roman; fotoğraf içinde fotoğraf… Sade bir deyişle, fotoğrafı çekilen bir başka fotoğraftı.
İkinci fotoğrafa odaklandım… Bir kadın, bir anne, bir eş; yanında bir adam, bir baba, bir eş… “Muhakkak böyle olmalı, bunlar eş olmalı” diye düşündüm. Önlerinde ufak bir kuzu; bembeyaz, fotoğraftan pek belli olmasa da biliyorum, küçücük ufacık bir kuzu bu. Adamın bacaklarının tam önünde sıkışmış kalmış gibi; ama mutlu gözlerinin içi gülüyor ufacık kuzunun.
Fotoğrafın arkasını çevirdim, isimler ve bir memleket adı: “Sinop Boyabat, Yusuf abimle Zeliha ablam” diye titrek bir kalemle fotoğrafın sarıya yüz çalan arka kısmına yazılmış. Elimdeki fotoğrafa dalıp gitmiştim, öyle ki iskeleye yanaştığımızda zamanın hızına şaşırmıştım. Bu eskilik ve yaşanmışlıklar beni içten, köklü bir şekilde sarsmıştı. En çok da dudaklardaki tebessüme, yüzlerdeki masumiyete, ellerdeki gayrete ve üstlerindeki tarih kokan elbiselere takılmıştı zihnim. Ben sadece bakıyorken dahi böylesine mütebessim ve huzurlu olabildiysem, beni bu ruh haline sokabilen şu insanlar, bu güler yüzlü vefalı çalışkan insanlar… Acaba onlar ne kadar mutluydular? Gıpta etmeye başlamıştım, “keşke” diyordum içten içe “keşke ben de onlar gibi yaşabilseydim…” Bütün gürültülerden uzak, bir eş, birkaç kitap ve seyre dalıp tefekküre gark olabileceğim onlarca doğa harikası…
İskelede inmek zorunda olduğum için kâğıtları ve fotoğrafı tekrar kitabın içine koyup vapurdan indim, eve vardığımda hazinemi çalışma masasının üzerine serip neler yazıldığını da okuyacaktım. Bu sebepten eve gidene kadar ihtimalleri tasavvur etmek ve hayallere dalmak en doğal hakkımdı.
Bir saat sonra koltuğuma kurulmuş, denk geldiğim taze çaydan kendime bir bardak almış ve elimdeki kâğıtları okumaya başlamıştım bile… Önce zorlandım deşifre etmekte, daha sonraları kullanılan harflere ve yazının üslubuna alıştığım için şu metini sökmekte zorlanmadım. Metni okunması kabil bir hale soktum, Diyordu ki:

Benim adım Yusuf’tur. On beş yaşındayım, ilkokul beşten sonra okul okumadım. Zeliha isminde bir yavuklum var benim. Aslında yavuklum da sayılmaz; çünkü ben onu sadece elinde sitillerle köy çeşmesine su almaya gittiği zaman görebiliyorum, o beni görüyor mu bana bakıyor mu hiç bilmem. Belki bakıyordur ama ben göremiyorumdur, ama öyle olsa göz göze geliriz, ben gözlerimi ondan hiç ayırmıyorum çünkü. Ellerinde sitiller, başında rengârenk bir yazma, üzerine bol gelen peştamalı, ayaklarındaki lastikler, yazları beyaz lastik giyer, tabanı incedir beyaz lastiklerin, kışın ise kara lastik giyer, kara lastikler dayanıklı olur, kalın çoraplar giydiğimiz zaman ise neredeyse hiç üşümeyiz. Ama onun çorapları süslüdür, nakışlıdır. Hep hayalini kurarım ben, ah Zeliha bana da örse şöyle çoraplardan diye, bir mendil işlese, yakama taksam, boynuma sarabileceğim bir tülbent oyalasa benim için. Zeliha tam on iki yaşında, ama elinden her iş gelir maşallah. Çok beceriklidir. Çobanlık yaptığı zamanlarda peşinden gizlice gidip onu seyretmek istesem de hiç gitmedim, cesaret edemedim. Hem kötü laf derlerdi ya da kötü gözle bakardı bana. Sonra hiç sevmezdi beni. Gitmedim peşinden, gidemedim… Ama bir defasında sürülerimiz karşılaştı, heyecanlandım ben. O hırsla bağırıyordu Yusufff Yusuffff çeksene sürünü, geçsene sürünün önüne bak karışacak Yusufff Yusufff diye yeri göğü inletiyordu, çok sinirlenmişti. Ben ise elimde değneğim onun hoplayıp zıplamasını keçi gibi taşların üzerinde sekmesini, öfkeden kırmızıya çalan o yüzündeki güzelliğini öylesine seyre dalmıştım ki, hiçbir bağırışı kulağım işitmiyordu. Yanıma gelip kolumdan tutup beni sarsacaktı tam, o sırada “Zeliha!” dedim… Hemen elini kolumdan çekti, başını yere eğdi ve hiç sesini çıkarmadan sürüleri ayırmaya devam etti. Ben de utandım, onu sevdiğimi anlamıştı, zeki kızdı zaten Zeliha.

Benim adım Yusuf. Yirmi beş yaşındayım.
O günden sonra tam beş yıl bakıştık, ara ara konuştuk, konuşamadık daha doğrusu. Konuşamıyorduk. Ben on dokuz yaşına geldiğimde Zeliha’yı istettirdim ve biz evlendik. Şimdi yirmi beş yaşındayım iki çocuğumuz var ve yaşlanıyoruz… Zeliha ile mutluluğumuzun tarifi kabil değildir. Tam on yıl hiçbir şey yazmamışım, yazdıklarım hep küçük pusulalar olmuştu. Zeliha’yı düşünmekten elime kalem almıyordum ki. Okumayı unutmamak için çok gazete okudum, ama yazmaya hiç fırsatım olmadı. Yazacaklarımı saklayacak hiçbir yer yoktu zaten. Bir eski kitabım var, onun arasına dolduracak değildim yazdıklarımı, bir tane koydum, bu da olsun iki ama kâğıtlar da küçük hem, sayfalarca yazı yapıyor, bunları saklayamam ben. Ne yazıyordum, Zeliha evet… Zeliha benim her şeyimdi ve şimdi de her şeyim, eğer o olmasa ben bu köyde bir dakika duramam, onsuz bir gün geçiremiyorum.


Yusuf’un yazdıkları burada bitmiyordu; ama deşifre etmek gittikçe zorlaşmıştı, yazı iyice silikleşmiş ve kâğıtların rengi bir hayli kaçmıştı. Yine de Yusuf tarafından yazılanlar fotoğrafı benim için çok daha kıymetli bir hale getirmişti. Demek ki bu adam yanındaki kadına hala büyük bir aşk besliyordu, öyle olmalıydı… Biz şehir insanlarının 2-3 aylık aşklarından değildi bu. Bu sessiz sakin; susarak yaşanılan bir aşktı, yıllara yayılan ve asırlarca devam edebilecek bir aşk… Bir Yusuf ile Züleyha, bir Leyla ile Mecnun gibi. Bu aşk bilinmeyen, duyulmamış,; ama büyük olan aşklardandı…
O an karar verdim, gidip yaşıyorlarsa bu insanları bulup onlara öykülerini anlattıracaktım. Böylesine bir aşkın yazılması elzemdir, bizim aşkımız, kendi içimizden, kendi köyümüzden, kimselerin bilmediği, anlatılmayan… Sadece gözlerin görebildiği, dillerin uzanamadığı temiz masum ve yıllanmış bir aşk. Bunu ben yazmalıydım. Not defterimi çıkarıp birkaç temel oluşturabilecek ayrıntıyı not düştükten sonra ertesi gün tekrar sahaflara giderek kitap hakkında belki bir şeyler öğrenebilirim ümidiyle sahafı sorguya çekecektim, belki de bu insanları bulmam gerektiğine dair bir yazı kaleme alır, fotoğrafla beraber blog’umda yayınlardım, kim bilir bu sayede onları bulmak daha kolay olabilirdi.
Şevket Bıdı 28.11.2011

"fotoğraf: şule c. photo"

1 yorum:

  1. Yazmanın bence en temel kurallarından biri 'samimi' olmaktır ve kaleminden dökülen bu satırlarda samimiyetten fazlası olduğu için tebrik ederim öncelikle. İçerik ve dil olarak beğendiğimi belirteyim. Deneme ve öykü karışımı tadında hoş bir anlatımın var ve bence bu anlatım sistematik bir şekilde devam etmeli. Düzenli olarak yazmaya başlaman gerektiğine inanıyorum dostum (henüz başlamadıysan!). Bir de acizane bir tavsiye belki: İstanbul'u yazmak zordur bence. Paris'i de, Londra ve New York'u da. Zira bu şehirleri daha önce yazan bir çok kişi olduğu için aralarından sıyrılmanın yolunu bulmak gerekiyor. Bunun için çok daha dikkatli ve bilinçli gözlemlerde bulunmak (ki gözlem yeteneğinin iyi olduğu cümle içerisine sıkıştırılan tadımlıklardan belli) lazım belki de... Yeni yazılarını bekliyorum ;) - O. Ali

    YanıtlaSil