Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Kasım, 2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bir fotoğrafın öyküsü

Dünya güneşten kopmuş sonra hayat bulmuş derler, eğer hep güneşin bir parçası olsaydı ne dünya olurdu ne de bizler… Ben de insanlardan koptum, kaçtım ve kendime sığındım; belki de sen olursun ya da sen olasın diye koptum. Yine seni Beyazıt tramvaylarına terk etmiş, ayaklarımı sürüyerek yürüyorum, nereye gittiğimi bilmeden. Kendimi bilmezliğimden olsa gerek yürümeye devam ederken birkaç kere de insanlara çarptım, hiç seslerini çıkarmadılar, başımı kaldırıp bakmamıştım yüzlerine ya da arkamı dönüp omuzlarına… Bir zaman sonra sahaflarda buldum kendimi, elimde de bir kitap çoktan sayfalarını açmış okumaya başlamışım, arada yüzüme yaklaştırıyorum kitabı, yılların kokusunu içime çekmek için. Sırf kokusu için aldığım kitaplar var benim, onların hikâyesi kokularındadır, sayfalarında değil. “Sanırım bir elli yıllık vardır bu kitap” diye düşünüyorum. Biraz eskice, biraz değil bir hayli eskice bir kabı var, yaşlanmış, sayfaları buruşmuş, kapağı küçülmüş, yazıları silinmiş birçok yerinde; ama h...

bölünme

Gözlerimi açtığımda gözüme çarpan ilk şey tavandaki örümcek ağı oldu yine, varlığına alışmıştım. İlk günkü gibi: ‘üstümü giyer giymez süpürgeyle alayım şunu’ diye düşünmedim. Güneş ilk ışıklarını uzunlamasına daldırmıştı penceremden içeriye. Gözlerimi kısarak dışarıya baktım: her şey aynıydı, dün akşam yediğim çekirdeklerin kabukları hariç:‘bahçeye inip temizlemeli.’ Yüzüm suyla buluşmaktan korkuyordu, gözlerim biraz daha kapalı kalmak istiyordu ama Alucra’nın insan kesen soğuğu, yataktan çıktıktan sonra son ümitlerinin de belini kırdı. İki dakika içerisinde vücudumdaki enerji titreşimleri hissedilebilir seviyeye ulaşmıştı. Saat yedi… Elimi yüzümü yıkadım, soğuk su ellerimi uyuşturmuştu yine, ama seviyordum yerimde zıplayarak soğuk suyla kurduğum münasebeti. Kahvaltı hazırlanıyordu, yürüyüş için vaktim vardı, ayakkabıları giyip zıplayarak indim merdivenlerden. Güneşle bilek güreşi yapıyordum sanki. Ben başımı kaldırmaya çalıştıkça zorla boynumu büküyordu. O kadar acıyordu ki gözlerim… ...

tut ki düşündüm! /2/

Ah gelmedi geri görüyor musun! Oysa devamını merak etti sanmıştım.. Neyse Haydar sana anlatayım mı ister misin dinlemek, ne dedin anlamıyorum! Cik cik mi.. karnın mı acıktı ?su mu istiyorsun.. hay bin şu kuşlar anlaması ne zor.. Neyse bak dinle, şimdi dinlemene ihtiyacım var mümkünse gözlerime bak arada cıvılda kanat çırp heyecanlan bazı yerlerinde olur mu.. Aferin bak nasılda anladın.. O çocuk sigara uzattı demiştim.. neyse neyse şurdan alayım,İstanbul hukuk kapısının oraya doğru amaçsız bir şekilde yürümeye başladık.. arada sigarasından bir fırt alıyor gözlerime bakıyor sonra tekrar sigarayı içine çekmeye devam ediyordu.. Ben de dudaklarımdaki sigarayı saat 10 yönünde çeviriyordum, tombalacılara benziyordum dudağında yamuk ve yanmamış sigarayla.. kulağımın arkasına mı koysam diye düşündüm bi an. Sonra vazgeçtim ağzımda ıslatmaya devam ettim.. dudak tiryakiliği bu olsa gerekti ha-ha. Solunda yürüyordum, sağ kolumdan tutup çekti bir anda beni “-gel bu tarafa gidelim” neden diye soracak...

tut ki düşündüm! /1/

Hayır bayım! Söylediğiniz gibi olmuyor. İnsan, ruhunu kontrol edemiyor.. Ruhunu da geçtim insan kendi hayatını bile kontrol edemiyor.. 6 milyar insan var diyelim.. bu büyük topluluğun tek farkı parmak uçlarında.. yemek aramak sorular sormak doğmak doğurmak büyümek ölmek geri kalan her şey tamamen aynı.. Ve bittabi insanın en büyük savaşı nefsiyle olan savaşı değil mi.. Nefs mücadelesini ben Aşk a bağlıyorum dostum! İnsanlar aşka direniyor aşkı konuşuyor aşktan kaçıyor ya da aşka kaçıyor.. her şeyin önünde arkasında sağında solunda mutlaka bir aşk var.. o zaman bizim nefsimizle olan savaşımız aslında aşkla olan savaşımız.. ben mi? Tabi ki savaştım, net bir şey söylemem zor kazandım mı kaybettim mi bunu merak ediyorsun.. Ne zaman malup ne zaman galip olduğumu bilmeden nasıl cevap verebilirim ki.. Aşktan kaçabildiğimde mi kazanacağım dersin yoksa Aşka kaçabildiğimde mi.. ben kaçmayı tercih ettim kaçtıkça kovaladı kovaladıkça koştum.. kimi zamanlar çeşmelerin kenarında çobanlarla muhabbet ...

İstanbul'un naz ettiği zamanlardan...

Gözlerimi sürmeledim: güneşin batarken toprağı aşındırıp göğe fırlattığı kızıl toprakla... Ömür batıyordu, ardındaki kırmızı güzellikle. Kırmızı demişken benim adım kırmızı değil: benim adım mavi, benim adım genç: ben mavi gencim. Çocukların dokunmak istediği bebelerin gülümsediği o görünmez mavi genç benim. Kimi zaman üzerime mavi pelerinimi çeker gökyüzünde uçarım, beni kimselerin göremeyeceği tenha yerlerde, gökyüzünün derinliklerinde. Görürseler, namı meşhur olursam, olmaz... uçma kabiliyetim elimden alınır, gizlice sessiz sakin uçmalıyım. Beyaz bulutların üzerine sinen kızıllık, beyaz bir atın tüyleri alev alıyormuşçasına... acı ve keyif bir arada. Ruhlara doğan bir kızıllık.. İşte istanbulun bütün modernliğine rağmen altımızda araba boğaz köprüsüne doğru yol alırken içimden, gözümden ve gönlümden geçenler... aklımda tek soru ben daha ne kadar uçacağım.. İnsanlar telaşlı insanlar mağrur insanlar heyecanlı... onlarca insan var arabalarında: düşünen, okuyan, seyreden, konuşan... onl...

22122010

Karışıklık içinde kıvranan bir kalem gördüm, etrafına silgiler toplanmıştı.Bir işi yapmak zorundayken, yapmayıp kendi istediğimiz bir şeyi yapmak nasıl bir olay.Bu satırlarım fevkalade gürültülü bir ortamda dikkat dağıtıcı ve/veya çekici bir konu anlatılırken kaleme alınmıştır. Bir nev-i düşünmeden-yazma/düşüncesiz yazı stili/atmasyon deneyimidir.Her neyse işte, kalem kıvranmaya devam ediyordu, uçlarını kırıyor başındaki silgiyi kağıtlara sürtüyordu. Etrafta bir şey görmeye çalışıp da görememek, kendini kağıtlara bürüyüp silgilerle parçalamak isteyen bu dev adama, bir hayalet musallat olmuş. Git gör ki her nasılsa zeki olan bu cüceyi saran metakimya karışımlar onun betini benzini uçurmuş ve hava boşluğuna düşürmüş.Mahallenin imamına haber vermesi için beş yaşında çivi oynayan bir çocuğa iki şeker verip kandıran şair bu cüce mi dev mi olduğunu henüz anlayamadığı arkadaşına yardım etmek için tutuşuyordu derken kıvılcımlar eşyalara da sıçradı ve tüm cânım mobilya yandı bitti kül oldu gitt...

Hiç,Hep,Bir

Güneşe direnebilen bir seni gördüm, ışınların içinden geçerdi bakışların ya da gözlerinde toplardın güneşi, bakamazdım kamaşırdım. Kimi zaman ağlardım, sorduğunda; “sen kaçtın!” derdim. Çenemden tutardın sol elinle, var gücünle destek olurdun bana ama başım hep eğik kalırdı kaldıramazdım. Sonra sen de başını eğerdin, alnını omzuma kor yine sol elinle yanağımı okşardın. Nefesin ruh gibiydi sen soludukça, ben hissettikçe: canlanırdım, yaşardım. Şevket derdin ama edemezdim, Azad’sın derdin hayır senin kölenim derdim, İsmail derdin, sana kurban derdim, Abdulkerim derdin, susardım, sarılırdın. Gözlerimi açardım, puslu bir görüntü sonra arşıma diz çökmüş siluetini hissederdim. Omzumdaydın, yanağımda ve ruhumda. Sonra görmeye başladım sol elini ve dizlerini, ama puslu ve tuzlu, bilmem kaç zaman böyle durduk.. Sağ elimi kaldırdım ve yanağımdaki elini tuttum, başını omzumdan çektin ve usul usul gözlerinle gözlerimi aradın.. Gözlerin gözlerime değdiğinde ben “hep”tim ya da “hiç” zaten “bir” değ...

orhan pamuk'a dair

bundan bir yıl kadar öncesinde bir dostumun muhalefetiyle orhan pamuk okumaya karar vermiştim. benim için pamuk fırsatçı popülist vs vs vs'nin tekiydi. şu an bu adama karşı hissedilen ne kadar negatif his varsa alayı bende bir aradaydı; yani öyle berbat öyle vatan haini öyle düşük edebiyatı olan, ayrıca böyle güldüğünde elinde nobeli tuttuğunda öylesine itici bir havaya bürünürdü ki bu adam benim için... bazan tarif bile edemiyorum nasıl nefret ettiğimi. abartmıyorum bi hayli milliyetçiydim ve bu adam da vatan haini filandı bana göre. sonra bi dostumla pamuk üzerinden muhalefete başladık, ikna etti beni, haklıydı, çünkü okumadan etmeden bir insanın edebi yönüne dair laf edemezdim, yakışmıyordu da zati. kütüphaneye gittim ilk beyaz kale yi aldım elime, fena kitap değildi, ama nobel aldıracak kadar değil, kitabı okurken de halen siyasi görüşlerini de hesaba katıyorum, içimdeki nefret olduğu gibi duruyor, ama okumaya devam ediyorum... sonra cevdet bey ve oğulları nı okudum, pamuk u...

cemile

daniyar'a o gece ne olmuştu, bilmiyorum derin, ince bir hüzün vardı sesinde, bir yalnızlık vardı; gözlerimiz yaşlarla doldu. cemile bir eliyle daniyar'ın arabasının kenarına sımsıkı tutunmuş, başı önünde, yürüyordu. daniyar'ın sesi yeniden yükselince başını kaldırdı, arabaya atlayıp yanına oturdu onun. kollarını göğsünde kavuşturup heykel kesildi. ben de arabanın yanında yürümekteydim, onları daha iyi görebilmek için adımlarımı açtım. daniyar, cemile'nin farkında bile değildi, türküsüne devam ediyordu. cemile, kollarını iki yanına indirdi, daniyar'a sokulup başını omuzuna dayadı onun. kırbacı yiyen bir at nasıl hızlanırsa, daniyar da birdenbire öyle coştu sesi titriyordu, ama eskisinden de gürdü. bir sevda türküsü söylüyordu! donakalmıştım. bütün bozkır çiçek açmış gibiydi, kıpırdandı, karanlığı attı üstünden, uzayıp giden enginliğinde iki sevdalı gördüm. onlar görmediler beni, ben yoktum. yanlarında yürüyordum oysa; ikisi de dünyada ne varsa unutmuşlardı, sadece tü...

kedicikler...

Malum mart ayını geride bıraktık.. kapıya musallat olan bir kaç kedimiz vardı geriye sadece minnoş kaldı, 8-10 yaşlarındaki bacılarımın taktığı lakabıyla.. bu minnoşun 4 tane fare kadar bebesi vardı, akşama kadar dilenciler gibi cama yapışır kapıyı tırmalar /hayır yemek vermiyor da değiliz bacılarım ne varsa taşıyor zaten/ miyavlar evin içine girer üst katlara çıkar /piskedi/ hatta bi ara içeri girmiş, kitap okumaya dalan bana tip tip bakıyorken yakaladım! sen tut o pis patilerinle halılara bas olacak iş değil.. çok yüz verdi bacılarım bu minnoşa, kızıyorum ya neyse.. 4 yavrucaktan geriye 1 tane yavrusu kaldı.. bizim çelimsiz yavrularını kurda kuşa kaptırıyor hep. aldık evet içeri aldık ama bu yine kaçtı geceleri uyutmadı beni miyav miyav miyav.. ya hu seni kaplandan aslandan kurtardık bir tane bebişin kalmış.. sütün önünde pilav kuru salata arkanda. ye iç yat mübarek! gözleri hala kapalı tek yavrusu kaldı işte.. minnacık ufacık şirin bir şey.. bugün bacılarım yüzsüzlüğün dibine vur...

tebessüm

Güneş, önünde uzanan çakıllı yol ve gözlerini kısmasına neden olan rüzgardan başka yoldaşı yoktu, taşlı yolda ayaklarını sürüklerken. Zirveye ulaşmasına az kalmıştı ancak Azad nefes nefese kalmış bedenini dinlendirmeden bir adım daha atmamaya karar verdi. Yolun kenarındaki çimlere oturup sağ cebinden sigarasını çıkardı, rüzgarı arkasına alıp büyük bir gayretle sigarayı tutuşturup tüttürmeye başladı. İlk nefesi verdiğinde içinden çıkan dumanı göremedi bile, rüzgar uzak diyarlara götürmüştü çıkan dumanı. Dudaklarında buruk bir tebessüm vardı, ağzının kenarına yerleştirdi sigarasını, eğilip yerden bir avuç toprak aldı ve bir elinden diğerine dökmeye başladı toprağı. Nefes alışverişi düzene girdiğinde tekrar yola koyuldu: zirveye çıkacak, oradan köyü seyredecek ve rüzgara karşı kollarını açıp yüzünü de arkaya atacaktı. Sıkıntılı, dertli olduğu zamanlarda hep bu zirveye gelir ve zihnini boşaltmaya çalışır, doğru kararlar, doğru fikirler edinmeye çalışırdı. Yaşama amacı denilen konuda sıkı...

düşüş /la chute/

Aynı tür kurgu ve usluplarla karşılaşmaktan bunaldığım bir zamanda, daha önce tecrübe etmediğim bir anlatım şekliyle ilgimi sayfalarında yoğunlaştıran dahiyane bir Eser.. Hani başımıza bir şey gelir de hep içten hesaplarız: ne kimseye anlatabiliriz, ne de o olayı tekrardan yaşayıp olanları değiştirebiliriz... Hep o geçmiş olan ânda doğruyu mu yaptık diye merak ederiz. İşte sizin de kendinizden bir çok şey bulacağınıza inandığım nadide eserlerden birisi.

dublörün dilemması

Kardeşim hayat memat meselesi olarak gördüğü büyük bir sınavla cebelleşirken, benim kaldırımda oturup kahkahalar eşliğinde okuduğum Murat Menteşimsi kokuların buram buram yayıldığı hoş bir kitap... Öncelikle: -Kitap çok güzel; ama ben fazla beklentiler içerisindeydim bu yüzden hafifte olsa bir kırılganlık olmadı değil -Kelime oyunlarına bayıldım -Kitap için bir Roman dır diyemem.Çok farklı bir şey olmuş... Andre Gide vâri desem yalan olmaz.. bknz: kalpazanlar -{devamı 121. sayfada} yalancııııı..... sinemadan çok faydalanmış; pulp fiction senaryo mizanseni alınmışş! kitaptan kesitler: " Cennet ve cehennem hakkında ileri-geri konuşmam çünkü ikisinde de dostlarım var.(Mark Twain) " "Karanlıkta kelimelerin ağırlığı artıyor.(Elias Canetti) " "Falcı,müşterisinin göremediği bir şeyi görebilen kişidir:Onun bir budala olduğunu(Ambrose Gwinnett Bierce) " "Gençler olmayacak şeylere heveslenirler,yaşlılarsa hiç vuku bulmamış şeyleri hatırlarlar.(Hector Hugh Munro...

sokak -ta

Sıkıcı bir havayla damdan düşer gibi başlıyor. Hikayeyi toplamıyor da hayli böyle devam ediyor mesele. Kitabın ortalarına kadar görüşlerine itimat ettiğim bir kaç arkadaş sebebiyle devam ettim onlar beğendiyse vardır bir hikmeti dedim. Sonra mevzu açıldı dallandı budaklandı ilk başlardaki kasvetli havayı dağıttı derin manalı cümleler ve üzerine hayli kafa yorulmuş olduğu anlaşılan mefkureler. Metaforu kullanmış amenna ama bu kadar lüzumu yoktu sanki. Konuyu Hekimoğlundan Emine Şenlikten 3-5 tanıyoruz /sokak meselesi/ bunu fantastik polisiye ve felsefe bablarıyla yoğurmuş iyi bir iş çıkarmış diyelim.

pratikte absürdizm

yo hayır dostum yanlış okumadın her şey yazdığım gibi. tekrar okuyalım istersen: beyazıtta işlerimi hallettikten sonra sosyal aktivite olsun namına eminönüne kadar yürüyüp bi üsküdar vapuru çevirdim sonra atladık bi arkadaşla içine arkamdan takip ediyormuş ben vapuru çevirince o da hoppacadak bindi.. hacı romantizm yapalım mı dedi.. o ne la ne var aklında dedim buna.. gitti iki sıcak çay aldı rüzgara karşı içtik, işte bu dedi bunu kastediyordum.. sonra bi ****** çıkarttı bana da verdi dudaklarımızla buluştu ama yakmadık.. çok rüzgar vardı ziyan olmasın dedik.. aslında vapurlarda ****** içmek yasak biliyorsunuz her ne kadar kaptan camı açarız polis filan gelirse de elimizde söndürürüz dediysek de olmadı ikna edemedik.. beni ekmeğimden mi edeceksiniz deyince emekçi ve ekmekçinin dostu olan arkadaşım hemen denize attı sonra kendi de atladı denize attığı ******nın çöpü elinde kafası göründü "ya hacı hiç uyarmıyorsun denize hiç çöp atılır mı!!" arkadaşa bir ip fırlattım sonra ipi...

dine karşı din

Başlık tek başına kitabı özetliyor aslında. Bizim bildiğimiz ve inandığımız şekliyle dinin adı islamiyettir ve islamiyet adı altında bir takım karşı dinlerde mevcut.. Şu h.z İsa'nın havarilerinden olan yahudi dönmesi hristiyan bir zat vardı ismini anımsamıyorum. İncildeki bir takım kuralları ilga edip yerine o an toplumun kabul göreceği kurallar koymuştur bir nev-i kutsal kitabı tahrip etmiştir. Hak dine karşı batıl bir din öne sürmüştür. Aynı tehlike islamiyet için de var.. İslama karşı çıkanların inandığı bir Tanrı/Tanrılar vardı onlar islamiyete hiç bir zaman dinsizlikle kafa tutmadılar. Dine dinsizlik ateistlik zarar veremez bunu sadece aynı dinin değişime uğramış bir benzeri zarar verebilir.. Kitap bazı islami terimlere de dikkat çekiliyor. Allah ve Rab kelimesi mesela. Rab sahip demektir. Firavun halkına "ben sizin rabbinizim" der. Sizi ben yarattım demez çünkü o da inanır ki yaratmak Allah'a mahsustur ve Allah ın varlığına da inanmaktır dinsiz değildir. Ama siz...

godot'yu beklerken

hepimiz godot yu bekliyoruz. godot bir sembol aslında hersey olabilir. umut, tanrı veya baska birsey. absürd tiyatrosunun en önemli yapıtlarından olan godot'yu beklerken' in sahneye konuluşunun 50. yılı samuel beckett bu iki perdelik oyununu, cennetin kapısı önünde umutla bekleşen iki kişinin görüldüğü lord dunsany'nin the getterling gate oyununun parodisi olarak kaleme alır. bekett tanrının,hakikatin,anlamın saçmalığından ve yaşamda bunları bekliyor olmanın boşunalığından bahseder.edimleri ve düşünceleriyle vakit geçirdikleri ya da 'varoldukları izlenimi' veren oyun kahramanları amaçsızlık ve anlamsızlığı sergilerler yapıtta.-heidegger'in oyunu izledikten sonra : bu adam heidegger okumuş olmalı dediği söylenir. bana göre tüm zamanların en iyisi olan bu oyun 21. yüzyılda da kafamızda soru işaretleri bırakmaya devam ediyor.' * ve ayrıca godot yu beklerken: godot yu beklerken canım sıkıldı eve gittim. ocağa su koydum 10 dakikada kaynadı sonra çay demledim bira...

saatleri ayarlama enstitüsü

Neden hep Halit Ayarcı'yı dile getirir insanlar? Halit Ayarcı'dan ziyade benim için başrol adamı Hayri İrdal oldu. Kitabı okurken hep şunu düşündüm: acaba Halit Ayarcı ile Hayri İrdal aynı kişi mi? Kitapları okurken kendimce senaryolar yazmaya bayılırım. Neyse öyle olmadı; ama ikisini kardeşten öte gördüm hep. Ahmet Hamdi hocaya söyleyecek söz yok zaten; kitabı okurken, alay mı ediyor? ciddiye mi alıyor birazdan birisi size kahkahayla gülecek mi? inansam mı, inanmasam mı? Evet kitabın sonlarına doğru teslim olmuştum: peki dedim bu kadar, ben de inanıyorum artık S.A.E olmalı; ama tam o anda Halit Ayarcı vazgeçmesin mi! haydaaa, resmen alay etti Ahmet Hamdi üstad. Kitabın içeriğine daha fazla değinmeyeyim. Ölene dek hatırlayacağım kitaplardan birisi oldu. Yerli yabancı hiç bir yazarda böylesi bir yazma gücü görmedim açıkçası; zehir gibi bir zekanın ürünüydü sanki. Daha neler neler eklenir de eleştirinin kısası makbuldur deyip susayım, kaçırmayın. Son bir şey, genç yaşta okumayın:...

aşkın metafiziği

Arthur hocayı seviyoruz... Sokrates in ve Aristoteles in oğlancılığa çanak tuttuğunu, Yunan Mitolojisine mensup yaşlı tanrılardan Zeus ve Heraklesin erkek sevgilileri olduğunu ıyk yazarken bile bir garip oluyor insan; ama sonradan ilim bu deyip gözlerinizi kapatarak okumaya devam ediyorsunuz. Neyse işte bunlar böyle pis bir millet zaten. Arthur desteklemiyor paderastie yi (oğlancılık) bunun sebeplerini doğaya bağlıyor daha iyi bir tür elde edebilmek için yaşlıların ve çok gençlerin (işte kalitesizlik söz konusu olduğu için)çocuk sahibi olmaması filan gerekiyormuş içgüdüler de insanı buna sürüklermiş. Zaten kitabın başındaki kadın erkek uyumları vesaire insanı hislerden arındırıyor, çırılçıplak bırakıyor hayata karşı... Kitap 83 sayfa; ama dünden beri tın tın okuyorum çok ağır şeyler söylemiş hacı abimiz. Bir gayri müslime göre Arthur takdir ettiğim nadir filozoflardandır... Be adam! İncil okumuşsun Tevrat okumuşsun hiç yakışıyor mu bu geniş görüşe Kuran ı Kerimi bir kere dahi okumamak ...

genç werther'in acıları

Yaşamak ölmekten kolay olduğu için mi nefes almaya devam ediyoruz. Werther neden canına kıydı fazla mı akıllıydı yoksa inancı mı yetersizdi. Sebebi "aşk" tı. benim anlayamadığım bir --aşk--. //ben olsam// lı cümleler kurarız ya hep, ben olsam kıymazdım canıma. Ama Werther in acılarını bilemeyiz onun bizi yaralamak için söylediği şu cümle: "sende beni anlamıyorsun değil mi yazdıklarımı hiç bir şey hissetmeden okuyorsun değil mi ah bi ben olabilsen benim gibi sevebilsen" yeterli midir onu anlamak için!

matmazel noraliya'nın koltuğu

Matmazel Nuriye'nin koltuğu.. Feri"d", hı evet "t" ile söyleniyor ama ferid demek daha keyifli ana karaktere. Peyami Safa nın kalemini bu kadar kıvrak kullanabildiğini tekrardan teyid etmiş oldum. paranormal aktivitelerden girift hikayelere. ne kitaptı ama peh. tır çarpmış gibiyim hala. alain robbe-grillet nin tarzını kullanmış bir bölümde. heyecanlıydı. sonra bi tutam da ihsan oktay anar gördüm. hikayenin satışı muhteşemdi, yok günümüzdeki entel yazarların böyle bir sıralamayla kitap pazarladığını görmedim. Genel kültür deseniz fevkalade. Bittiği için üzüldüm nerdeyse oturup ağlayacaktım. Güzel, çok güzeldi. On a retrouve Quoi? L'éternite C'est la mer allée Avec le soleil. --------------- Bulundu. Ne? Ebedilik. Bu, güneşin altında Deniz yoludur. --------------- Bulundu. Ne? Ebedilik. Bu, benim gözlerimin altında Senin bakışındır.

şah ve sultan

//bir günlüğüne Kızılbaş gibi görmek Kızılbaş gibi hissetmek Kızılbaş gibi okumak// insana ne yi nasıl anlatacağını iyi bilen bir ustanın kaleminden Şah ve Sultan. Hani bizim gibi sanal insanlar illaki duygu ifade etme sanatı olarak smileyleri kullanırız :( =d ='( vesaire.. bunlar kullanılmadan da duygular çok daha iyi ifade edilebiliyormuş tekrar hatırlamış olduk. Yazılanlar tamamen gerçek midir yoksa bir kısmı uydurma mıdır. Evet bir kısmı uydurmadır ama çoğu gerçektir. Mektuplaşmalar divanlar her şeyi ortaya koyuyor zati. Bir takım hayali karakterlerin varlığı rahatsız etmesin artık, e onlar da illaki olacak, tarih romanı bu neticede. .... -şiddetle tavsiye etmiyorum. Ancak insanın kafasında Bir Selim bir İsmail profili oluşturmak ve tarihi daha iyi hatırlamak adına diye... Bu romanda herkes tarafından bilinen şeyler ele alınmış onun üzerine ne katmış peki yazar?! biraz divan bir kaç ekleme karakter. Onun haricinde iki tarafı da denge de tutan iki taraf içinde bir şeyler yazıp ç...

sevgili milena'ya mektuplar

Sevgili Milena'ya Mektuplar... Kafka'nın Milena'ya yazdığı mektuplar var sadece, bir de sonlara doğru "ek" yapmışlar, Milena'nın Kafka'nın yakın bir dostuna yazdığı, Kafka'ya dair bir kaç mektup... Milena'nın Kafka'ya yazdıkları yok, sanıyoruz ki Kafka ya mektupları imha etti ya da imha etti... Aşk Mektubu değil bunlar... Ah Milena! Sizin uykusuzluğunuz benimkine benzemez. Yakarıyorum size: N'olur yazmayın artık. Hafif bir aşk tutulması, ancak Kafka buna izin vermiyor; kaçıyor, kaçınıyor... Milena evli, mutlu değil... Yine de Kafka kendini daha çok seviyor, benliği bir başka alemde... Milena'yı yazmak için kullanıyor gibi/gibi'si şahsi kanaatim. "... ama sen başkaydın Milena. Hasta bir adamı sevecek kadar hastaydın! Milena seviyordu sevmesine de, peki ya Kafka... Kıyas yapmak doğru değil... Ama bir Meriç gibi yazamaz Kafka, bir Meriç gibi yazamaz... (jurnal 2'ye atıf) Milena, Milena... adından başka şey yazamıyorum..Yazmalı...

dorian gray'in portresi

Dorian Gray'in Portresi... Oscar'ın ara ara gündeme gelen ölümsüz kitaplarından birisi; güzel çalışma. Tahmin edilebilir bir sonu var, en azından fazla öykü okumuş ve yaşı biraz ilerlemiş insanlar için. Aslından okudum, bu yüzden metinin sadeliği ve basitliği kendine hayran bırakmaktan ziyade: farklı bir şeyler görmek isteyen okuyucuya dudak büktürtüyor. Wilde neden meşhur olmuş ki! diyor insan ister istemez, hem de pek çok kez... Olmuş işte, bir çok nedenden ötürü, bir boşluğu doldurduğu muhakkak. Okuyun, bir şeyler hissetmenize vesile olacaktır, hoş kitaptır. Şunu da belirteyim... Matmazel Noraliya'nın Koltuğu efendime söyleyeyim Aylak Adam ya da bir çok kült kitaptan sonra ismine meftun olup da okumak istediğim kitaplardan birisiydi bu. Kitabın ismi evet, o yüzden okumak istemiştim... Sanırım beklentilerimi yüksek tutarak okudum.

beyaz kale

Okuduğum ilk Pamuk kitabı. Sevgili dostumun ısrarla, okumaya Cevdet Bey ve Oğulları'ndan başla! demesine rağmen kütüphanede sadece Beyaz Kale'yi bulabildim. Hoca lakaplı bir türk ve venedikli bir köle, zaman 17. asrı gösteriyor. Tek karakterde bütünleşmiş iki ana karakteri var romanın. Birbirlerine her yönden benzeyen iki adam efendi ve köle. Aynaya baktıklarında aralarında tek bir fark var o da birisinin sakallı olması bunun dışında ikiz kardeş gibiler.. Yıllarca süren bir dostluk evet ben bunun adını dostluk koydum aslında tek yaptıkları şey dört duvar arasında zihinsel muhabere, fikirsel üstünlük kurma çabası, insantekinin en büyük açlığı ben olma duygusu.. Ben kimim neyim neyliyorum sorularına cevaplar arama, iyilik yaparak olmadı kötülük yaparak yahut insanlara kötülüklerini itiraf ettirerek alınan haz. Sayfa bazında Pamuk un en kısa romanı olmasına rağmen düşünsel dünyada bir hayli yoğun bir eser. Akıcı ve durgun, heyecanlı ve gereksiz. Tüm sıfatları bir araya getirm...

caligula

Bir Sezar'ın hayatının tiyatro olarak ibda edilmesi ne kadar zor olabilir ki demiştim kitabın ilk satırlarını okurken.. M.S 7 - 41 yılları arasında görev yapmış,Julio-Claudian Hanedanı mensubu ve Roma İmparatorluğunun dördüncü İmparatoru yani takma adıyla okuduğum eserin baş kahramanı : "Caligula" Albert Camus tiyatro topluluklarına katılmış hatta Karamazov Kardeşlerdeki İvan rolünü bile sahnede canlandırmıştır. Varoluşçuluk ve Absürdizm ideolojilerinin de mimarlarındandır Camus.. Varoluşçuluk Absürdizm ve tiyatro bir araya gelince, Camus Caligula'yı yazmaya karar verir: Bir Kralın /Caligula'nın/ varoluş mücadelesi. İlahlığa soyunur Caligula.. öldürerek hayatları alarak varolmaya çalışır.. Ay'ı elde etmek ister.. Gökyüzüne hükmedebilmek.. Yazın eseri olarak okuduğum halde okurken kıpır kıpırdım, yerimde duramadım.. Tiyatrosu gösterime sunulursa mutlaka gidip izlenmeli diye düşünüyorum.. "zannederiz ki insan, sevdiği kişi öldüğü için acı çeker. oysa asıl ü...

oblomov

Oblomov, Oblomovka ve Oblomovluk. Bu üç kavramla Oblomov’u ibda eden İvan Gonçarov’un tembellerin sultanı olan bu karakteri bir ay gibi kısa bir sürede edebiyat dünyasına kazandırması romanın ve romancının istihza ile attığı ilk adımdır. Oblomov bir bilinç hali yahut bir ideoloji değildir. O Jean Paul Sartre’ın ya da Albert Camus nün Varoşçuluk ve Absürdizm ideololojilerine bile sığmayan, kalıplara kafa tutan büyük bir yazın dehasıdır. Hayır bu mefhumlarla kıyaslanamaz elbette daha doğrusu Oblomov kendini bunlarla kıyaslamaz çünkü o varolmaya bile çalışmayan bir karakterdir. Sayfalarca yatağından kalkmayan Oblomov’un klişe haline getirdiği bir hareketi: O sırada kapının çıngırakları çalındı. Oblomov hırkasına sarınarak: -İşte bir konuk, dedi. Bense hala yataktayım. Ne ayıp şey, kim olabilir bu kadar erken? (oysa ki Oblomov sekiz buçukta uyanmış on buçuğa kadar yatakta vakit öldürmüş, daha sonra da yatar pozisyonda kendisiyle saatlerce muhabbet etmiş, sonra kapı çalmıştır. ) Yerinden hi...