Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

can sıkılmacaları part 1

renkler çok uyumlu, nefes alışverişlerimiz rengarenk ve can bunalmaları simsiyah, kelimeleri hatırlamaya üşenip üretkenliğe sığınarak çok daha kolay ve akılda kalmayacak olan, insanlığın kaleme aldığı hiç bir lügatta yeri olmayan kelimecikler. belki bazı anlamlara geleceklerdir, ama gerek yok, kalsınlar. türetmek türetmek, sonu olmayan bir şey bu. bana bıraktınız bu işi ben de her halükarda, devamlı surette türetir ve türetirim. ali türedi. bir hocamın adıydı. hangi okuldu bilmiyorum unuttum. çok okul da değiştirmedim oysa ki. 890 ilkokul numaram 376 lise numaram bir de üni öğrenci no, o kadar işte. buna rağmen kimdi bu ali türedi, nereden geldi nereye gidiyor, neler oluyordu da bitti de biz böyle apaçık meydanda kaldık. endişeleri paketlemeden yazılmıyor hiç bir şey. sen yazacaksın, insanlar gülecek, sen yazacaksın, insanlar alay edecek, nasihat edip, şunu şöyle bunu yap diyecek. insan işte her zaman bir şeye müdahale eder, edecek. ya seni seviyordur daha güzel ol i...

bir tiyatro

Ne güzel şey hatırlamak seni: ölüm ve zafer haberlerinin içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... Ne güzel şey hatırlamak seni: bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin ve saçlarında vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının... İçimde ikinci bir insan gibidir seni sevmek saadeti... Parmaklarının ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının, güneşli bir rahatlık ve etin daveti: kıpkızıl çizgilerle bölünmüş sıcak koyu bir karanlık... Ne güzel şey hatırlamak seni, yazmak sana dair, hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek: filanca gün,filanca yerde söylediğim söz, kendisi değil edasındaki dünya... Ne güzel şey hatırlamak seni. Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine: bir çekmece bir yüzük, ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım. Ve hemen fırlayarak yerimden penceremde demirlere yapışarak hürriyetin sütbeyaz maviliğine sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım... Ne güzel şey hatırlamak seni: ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve ya...

Uzun Hikaye izlenmeli?

Yakın zamanda Antalya Deepo'da güzel bir film izledim. Uzun Hikaye: Mustafa Kutlu kitabı, Osman Sınav filmi.  Hem filme hemde kitaba dair bir kaç satır karalamak istedim gönlümce. Kitabı ilk gördüğümde ismiyle bağdaştırdığım nokta şu olmuştu: Mustafa Kutlu çok uzun bir hikaye yazmaya niyetlenmiş; ama kafasının içindekileri çok fazla taşıyamamış, en yoğun en kabarık haliyle fikirlerini devşirmiş yaprakların üzerine ve her bir sayfa onun hikayesinin yoğunluğu altında mürekkeplere bulanmış ve sonuç uzun bir hikaye niyetiyle, kısa ama güzel bir hikaye. Mustafa Kutlu ismini ekseriya duymuşumdur, ancak kendisini pek tanımam, herhangi bir kitabını da elime almış okumuş değilim. Tabi bu sadece nasip meselesi, bilerek isteyerek uzak durmuş değilim.  Hasılı filme gitmeye niyetlenmemizle, ayaklanıp üstümüze başımıza çeki düzen vererek kendimizi arabaya atmamız bir oldu. Kenan İmirzalıoğlu'nun oyunculuğunu ne hikmetse severim, bu nedenle filmden ke...

konumuz: kendimiz.

Hiç kimse içinde bir şey saklayamıyor, bir dışa vurum, bir kendini gösteriş herkese lazım. Bazan tutmaya çalışıyorum kendi içimde, sonra bir bakmışım kabuslar, karabasanlar. Sanırım bunları içimizden atmamızı bize bedenimiz tembihliyor, kimsenin içinde tutamadığına bakılırsa. Gün gelir karşındaki insan hiç hoşlanmadığın bir şey yapar, ama onun o kalitede olmadığı bilir ve göz yumarsın; çünkü normalde gayet aklı selim ve zeki bir insandır. İşte olması gereken, uygulanması gereken adab. Buna riayet edenimiz pek az, ya da riayet edildiği zaman bu inceliği sezebilecek insan sayısı da azaldı artık. Diliyorum ki insanlar farkındalıklarını artırsınlar, bizler de mutlu, huzurlu, keyifli bir dünyada yaşam sürelim. Şevket.

kurban olak

Kurban Bayramı, Bayramdan bayrama yazar olmuşuz, kimse çıkıp da arkadaşım sen nerelerdesin, kalemini mi kaybettin dur sana yeni bir kalem alalım demiyor. “Pek kimsem yok” gibi bir sonuca ulaşabilir miyim bu örnek üzerinden emin değilim, çalışmam lazım, kafa yormam ve bu gece sabahlamam lazım. Öncelikle gelecek olan bayramınızı en kurbani duygularımla tebrik eder, küçüklerimin ellerinden büyüklerimin gözlerinden öperim. Her kurban bayramında olduğu gibi, derilerin peşine düşecek, koşturacak, kan banyosu yapacak çoğumuz.  Geri kalanlarımız evde face’ten, twitter’dan bayram mesajları atacak, kaçan boğa haberleri üzerine yorum yapacak ve akşama kadar kös kös oturacak, kötü. Çok daha güzeldi önceleri, sanal musafahalar olmazdı, gider el öperdik harçlık alırdık, hakkımızdı söke söke alırdık. Koca adam olduk denesek mi ne yapsak üç beş ne koparsak kârdır, ha-ha. Her zaman yaptığım şeylerden birisi, bir şeyleri yazmayı yarıda bırakmak ve hayatıma devam etmek, sonra geriye dönüp...

Ramazan halleri.

Uzun bir aradan sonra tekrar yayındayız. Mübarek Ramazan ayı hasebiyle bir çoğumuzun dudakları çatlak gözleri ıslak ve gönülleri narin. Narin gönüllülerin kaleminden öperim, bana da iki satır selam karalarsanız çok sevinirim. Dediler ki yazar olacak adam susmaz, devamlı yazar, hep yazar ve hep yazmalı. Hayatın yorgunluğudur, geçiş dönemidir palavralarının ardına sığınarak bir süre daha sessiz kalmaya devam edebilmiş olsam da, bundan sonrası için eski performansımla devam edeyim diyorum. Hani öyle ahım şahım, pek aliyyül ala şeyler koyamasam da ortaya, ki şu an zaten aç ve susuz bir bünyeyim (hatta dün avusturyadan bir müşterimle telefonda lak lak ederken tuttum ramazanı enine boyuna anlattım, onlarda da varmış böyle bir şey, yanlış olmasın onun bilip de gittiği bir yerde varmış, neresi olduğunu hatırlamıyorum şu an, biliyorsunuz ki isim ve yer hafızam balık kılıklıdır hemen unuturum, tam kırk gün et yemezlermiş. Sonra Singapurlu bir müşterimle daha hasihal ettik, o da benimle birli...

bit pazarına gidelim.

Evet biliyorum, çok alakasız ve bu yazılanları okuyanları hiç ilgilendirmeyen konular üzerine yazacağım. Yukarıdaki cümleyi okuduktan sonra hala okumaya devam ediyorsanız, yazacaklarım hakkında  itiraz etme hakkına sahip değilsiniz. Dostum, umarım sen de okuyorsundur, eve hırsız girdikten sonra düzenim hayli bozuldu, pc'ler çalındı bütün yazılarım, notlarım, denemelerim ve yıllardır biriktirdiğim hatıralarım göçtü gitti. Şimdi iş yerindeyim, akşamları çıkıp eve gidiyorum, sonra hazırlanıp dışarı çıkıyorum: sosyalleşmeye çalışmak gibi yaparken yorulan bedenler. İşte bütün bunlar yaşanırken (ki aslında hiç bir halt anlatmış değilim henüz, okuyucu: ne yaşandı ulan! dese haklıdır da hakkıdır da) ben evin düzenini kaybettim, kim neredeydi hangi mektubu nereye bırakmıştım ve ben mektup yazarken hangi kalemi kullanırdım, bütün bunları unuttum dostum. Biraz zamana ihtiyacım var dedim, atlatırım alışırım et cetera... ertesi gün işe alındım, bir anda, pat diye, çok acımasızcaydı, bütün...

felsefenin tesellisi - alain de botton

Keyifli olsun, sıkmasın, muhtevası ciddi şeyler anlatsın, sanki doktora yapıyormuş gibi ağır konuları işlesin, öğretsin, vursun, kırsın, çarpsın... Çoğu insanın hayalindeki kitap profili böyledir. bu profili arayanlar için en uygun kitap da budur.  Gel gelelim kitabımıza:  Öncelikle bir Alain de Botton yapıtı!  (((eko))) 6 büyük filozofun hayat felsefesini ele almış, bu arada hayat felsefesi ne kadar garip bir tamlama; benim felsefem şu, benim felsefem bu; bu benim ideolojimdir, şu da senin. Belki de böyle olmayacaktı, topluma ayak uyduralım derken bileğimizi bükmüş olabiliriz.  Hasılı filozoflarımız: sokrates ;  epikuros ;  seneca ;  montaigne ;  schopenhauer ;  nietzsch e. Kitaptaki her üstadla Nietzsche hariç, yüz yüze oturup sohbet etmek isterim. Niçe de bıyıklarından kaybediyor, ciddi konuşamam onun karşısında.  Dağınık bir inceleme oldu,(belki de olmadı bile, bugün havamda değilim) bir kaç not ekleyip bitireyim: ...

sineklerin tanrısı - william golding

    Çocuk yaşta, çocuk romanları okunur azizim. Ne bileyim Jules Verne oku olmadı Jack London oku, duyuyorum, duyuyorum bağırmayın boşuna, evet bu kitaplar sadece çocuklar için değil ancak bu kitaplar en fazla keyif çocukken alınır. Şahsımdan biliyorum ha-ha...     İşte öyle çocuk sayılabilecek bir yaştaydım, bittabi 15 ne kadar çocukça kabul edilir bilemem, hasılı kelam böyle kapağını ve siyah küçük çocuk siluetlerini görünce: aha! yeni bir okul serüveni! ben bunu okumalıyım aga diye kendi iç sesimle muhasebe yaparken kitabı elime almış, sonra da kütüphaneye kaydını yaptırıp yurdun yolunu tutmuştum.     Daha sonra üniversite yıllarımda arkadaşlarıma şiddetle tavsiye ettiğim bir kitap olmuştu, çocuk kitabı yanılgısına düşmüştüm düşmesine de kitabın muhtevasını ve ağırlığını fark edemeyecek kadar da çocuk değildim, elimde enteresan bir kitap tuttuğumu fark ettiğim zaman yarısından çoğunu bitirmiş ve zihnimde bir "pal sokağı çocukları" ; "sineklerin...

notre dame'ın kamburu - victor hugo

Her kitapta bir aşk hikayesi olmalı, insan ihtiyaç duyuyor buna, dikkat edilmesi gereken tek şey kitaplardaki bu aşk hikayelerinin kitabın merkezine oturmaması... Cümle biraz düşük oldu geri dönüp düzeltmek yerine şöyle açıklamaya devam edeyim, efendim şimdi yazar bize bir aşk öyküsü sunuyor, amenna... bu demek değildir ki elimizdeki kitap bir aşk romanı etc... Sadece kitapları daha çekici kılmak için, insanın merak etmekten hiç bir zaman vazgeçmeyeceği aşk temasını kitaba yerleştirmekten ibaret klişe bir yazarlık taktiği. Notre Dame ın güzelliği, aşk öyküsünün harükulade oluşunda gizli. Esasında Fransa'nın karanlık dönemlerini anlatmak için kaleme alınmış bu eserde seni beni onu bunu içine çeken ve kendine bağlayan, akıllarda unutulmaz bir tat bırakan aşk öyküsü, işte bu aşk öyküsü, ah ulan aşk öyküsü. Yani bazan derler ya: "Ne desem bilemedim şimdi" diye, öyle bir haldeyim. Çünkü bu pek izah edilebilecek bir aşk değil. Esmeralda, güzelliği herkesin dilinde olan dilbe...

minyeli abdullah- hekimoğlu ismail

Ne derler bilirsiniz. Namuslu adamlar her zaman mutludur! aslında kimsenin böyle bir şey dediği yok, ancak bundan sonra böyle denilebilir, denilmeli. Minyeli Abdullah'ın tek mülkü hamallık yaparken taşıyacağı yükleri sırtında sabitleştirmek için işine yarayacak olan ipi ya da urganı. Başka hiç bir şeyi olmayan bu adamın mutlu olmasının yegane sebebi de namuslu olması. Klasik bir türk romanı sayılabilir, yine de kendi döneminde yazılmış olanların en güzellerinden birisi, belki de en güzeli. Uzun zamandır bu minvalde bir şeyler okumuyorum, çünkü böylesine okunabilecek kitap sayısı artık nadirattan. İnsanlara nasihat vermenin ötesinde bir çok kitap farklı alanlara yönelmiş durumda... Fastanstik edebiyat, pop kült edebiyat, gelip geçici edebiyat, anlık, çerez, çay yanında etc... Edebiyatı günlük tüketilen bir nesne haline getirdiğimiz için pek bir faydası dokunmuyor günümüzdeki kitapların... Bir arkadaşın dediği gibi kitapları bile artık üst üste dizip yeni çıktı bunlar diye satan ki...
"kendi kendine acıma. kendi kişiliğinin ve varlığının aslında ne kadar da biricik olduğuna inanma. duyduğun aşkın gücünün anlaşılmamasından yakınma. biliyor musunuz, ben bir zamanlar bir kitap okumuştum, bir kıza aşık olmuştum, derin bir şeyler yaşamıştım. beni anlamadılar, kayboldular, acaba ne yapıyorlar?" 

iş işten geçti jean-paul sartre

Bilirsiniz meşhur 90 yapımı /hayalet/ diye bir film vardı, işte o film bu kitap! yani filmi kitaptan uyarlamışlar //anlaşılmamış olma ihtimali üzerine eğilirken düşmemeye çalışmak// sartre ın üslubuna alışkın olmayanları aa diye bi düşündürebilir belki. Bir cümle var kayda değer diyor ki: //ne kadar şans verilirse verilsin insan aynı hatayı hep tekrar eder//  kitap üzerine yapılan bir konuşma -insan hata yaptığını farketmediği sürece,kafa aynı kafa, yol aynı yol (x) -Yani eskilerin deyimiyle: -Nato mermer nato kafa(y) -Farkında oldukları zaman dahi Cenab ı hak tarafından ruhumuza iliştirilmiş bazı mefhumlar nedeniyle tekrarlarız kimi hataları. Nalan ve Ferit //peyami safa nın Fer-it''i değil, hani şu ismiyle müsemma olan peşinde bir it dolandığını tahayyül eden Ferit// hayal edin: bu ikisi 140. maddenin vermiş olduğu avantajla birbirleri için yaratılmış ruhlar olduklarını öldükten sonra anlıyorlar. -peki o zaman hadi dünyaya geri dönün 24 saat içinde uyum sağlayın deni...

ölümün dört rengi

Ölümün Dört Rengi-Dücane Cündioğlu... Eskisi kadar etkileyici değil Dücane, sanırım yaş ilerlediği için oluşuyor bu tür mefkureler.  Ve Dücane'nin daimi bir telkin havası var, bu da sıkabiliyor bir süre sonra... Çoğu zaman "filolog" edası verir Dücane, her daim kelimelerin manasıyla ilgilenmiştir ve hep bizim bildiğimizin yanlış olduğunu bildirmiştir. Kısa yazılardan mürekkep hoş ve ilgi çekici bir çalışma meydana getirmiş Dücane abimiz... şu iki makaleyi de okumanızı isterim: 1)  http://yenisafak.com.tr/ yazarlar/ ?i=13829&y=DucaneCundioglu 2)  http://yenisafak.com.tr/ yazarlar/ ?i=13861&y=DucaneCundioglu

3 pasaj

Oysa ki kar yağıyor; tv'ler, radyolar bangır bangır anons yapıyordu: yerler buz, lütfen hız yapmayın, dikkatli kullanın! diye... Arkadan çarpan tırın etkisiyle 97 model tofaş marka otomobiliyle çoktan Boğaz Köprüsü ve Marmara Deniz'i arasında bir yerlere varmıştı Şevket. Bir kaç saniye sonra suya çakılacaktı. Çarmanın şiddetiyle olsa gerek biraz bilinç kaybına uğradıysa da, düşerken otomobilin cam larını kapatmış ve içeriye su dolmasını beklemeye başlamıştı. Düşerken tahayyül etmişti her şeyi: camlar kapanacak, suyun içeri dolması beklenecek ve arabanın üst kısmında kalan oksijen ciğerlere çekildikten sonra usulca sol kapıyı açıp denizin yüzeyine doğru yükselmeye başlayacaktı. Bütün bunları yaptı, arabası denizin dibini boylarken kendisi aksi istikamette yükseliyordu, kafasını suyun üzerine çıkarıp, İstanbul'un gece elbisesini ve Boğaz'ın insanı aşka getiren o güzelliğini görünce her şeyi unutup tekrardan İstanbul'a aşık oluverdi. Sen ne güzel şehirsin kız. ------...

Maria Missakian

Attilla İlhan'ın maria missakian ı hakkıyla tanıyabilmek için şu alıntının okunması, sonrasındaysa şiirin dinlenmesi gerektiğini düşünüyorum.  " - türk müsünüz siz?  adamakıllı kaptırmış birşeyler yazıyordum, birdenbire bu soru! paris'te birisini türk'e benzetmek kimin aklına gelir, olsa olsa o taraflı bir başka gurbetçinin: oysa, yanıbaşımdaki masadan apaydınlık gülümseyen genç kız soruyu paris varoşlarının o yuvarlak aksanıyla sormuştu. çık işin içinden çıkabilirsen. duru güzel bir kızdı bu, hafif çekik lacivert gözleri hülyalı, karanlık saçlarında mıknatıslı mavi çakıntılar, neredeyse saydam beyaz bir ten. adını söyler söylemez, türk olduğumu bir kerede nasıl kestirebildiği sır olmaktan çıktı:  -maria misakyan.  sabahın gamlı saatleri, sinsi bir soğuk boy camlarının ardında gittikçe yoğunlaşıyor. quartier'deki eski dupont, gerilerde bir masa vietnam'lı, bir masa zazou floresant tüpleri kahvenin içini bir akvaryum gibi donuk beyaz aydınlatmış. yanılmışlık sı...

büyüklerden dinliyoruz /99/

    Nurgül şimdi kırk beş yaşında, o zamanlar Nurgül bile yoktu. Çağlayan'da oturuyoruz, Bokludere dedikleri yerin biraz yukarısında, o arsız yokuşun ortalarında.      Köyden İstanbul'a ineli bir kaç yıl olmuş. Deden geceleri Akşam Gazetesinde çalışıyor, evde yalnızım sadece baban var o da beş yaşlarında.    Toprak kavgaları olurdu eskiden, hala devam eden kavgalardan birisi de bizim köyün yayla meselesiydi. Zunlular vardı bizim bu yaylaya talip, insanlarını hiç sevmediğim bir ahali. Yapmadıkları çirkinlik, etmedikleri kötülük kalmadı yaylayı elimizden almak için. Ama pes etmedik yayla hukuken de bizim olmuştu. Bu Zunlular yine de ellerinden gelen kötülüğü artlarına koymamakta kararlıydılar. Her yaz yayladaki göç köye indikten sonra, Zunlu erkekler toplanır yaylaya iner ve Çakmak köyünün yaylaya yaptığı evleri yıkar, taş üstünde taş komazlardı hatta bir defasında camiiyi bile yıkmışlardı.    Kan akıtmaktan bile çekinmiyorlardı...